Atomun Tarihçesi 
 ATOMUN TARİHÇESİ  
  
 Antikitede ve Ortaçağda Madde  Anlamı ve Atom teorisi  
  
İnsanoğlu en eski çağlardan  itibaren maddenin menşeini ve mahiyetini izah etmeğe çalışmıştır .  Eskilerde  kâinattaki her şeyin bir tek ana maddeden  ( prensipten )  geldiği fikri vardı .  Bu  sebeple eskilerin ve bu arada bilhassa eski Yunan filozoflarının başlıca  çalışmalarını kâinatın sonsuz karışıklığını az sayıda ana maddeye irca etmek  teşkil eder .  Eski Yunan ve Avrupa felsefesinin babası olup Yunan Ege Okulunun  kurucusu olan Milet'li THALES  ( M . Ö .  640-546 )  ,  her şeyin sudan geldiğini  farzediyordu .  Şüphesiz Thales'e göre mevcut olan şey ,  sis ,  su ve toprak  şekillerini alabilmelidir .  Thales ana madde olarak suyu almakla ,  akıcılık  özelliğinde kâinatın esas vasfını düşünmüş ve bu vasfın mütemadi şekilde  değişmesiyle de maddenin gaz ,  likid ve solid gibi üç ayrı fiziksel halinin  meydana gelebileceğini ifade etmek istemiştir .  Milet Okulundan ve Thales'in  talebesi ANAXIMANDROS'a göre her şeyin menşei olan ana madde müşahhas bir şey  olarak düşünülmemelidir; onun bir tek vasfı vardır ki o da sonsuz ve sınırsız  oluşudur .  Anaximandros'un bu düşüncesi asrımıza kadar fizikte yer almış bulunan  uydurma «esîr» mefhumunun ilk tezahürüdür .  Anaximandros'un memleketlisi ve  talebesi ANAXIMENES  ( M . Ö .  585-525 tahminen )  için bu ana madde hava ,  Ege  Okulundan Efesli HERACLITUS  ( M . Ö .  490-430 )  için ise ateştir .  Sonradan bir tek  ana madde ile bir çok şeyin  imkansızlığı karşısında bu tek prensip yerine  dualist sistem ikame edilmiştir .  Bu sisteme göre ,  her şey iyilikle kötülük ,   sevgi ile nefret gibi birbirine zıt iki prensibin karşılıklı birleşmesiyle  meydana gelir .  Şüphesiz bu da yeter olmayınca Sicilyalı EMPEDOCLES  ( M . Ö .   490-430 )  Ege Okulunun tek ana maddesi yerine dört madde düşünür: toprak ,  su ,   hava ,  ateş ve bunların yanında iki semevî kuvvet olan sevgi ve nefret her şeyin  temelini teşkil eder .  Sevgi unsurları birleştirir; nefret ise bunları  birbirinden ayırır .  İleride görüleceği gibi ,  Empedocles'in bu fikirleri Aristo  tarafından da benimsenmiş ve hakikattan uzak olmakla beraber Ortaçağda mühim rol  oynamıştır .  
Menşei bu şekilde tasavvur  edilen maddenin tanecikli bir yapıda olduğu fikri ise en eski  bilgilerimizdendir .  Filhakika Milâttan önce 1100 yılında Sayda filozoflarının ,   maddenin bölünemez gayet küçük parçacıklardan kurulmuş olduklarını düşündükleri  hakkında işaretler vardır .  Yine Milâttan 500 yıl önce Hintli filozof KANADA ,   maddenin her yönde daimî surette harekette bulunan pek küçük taneciklerden  kurulduğunu ve bunların basit olduğunu ,  zira maddenin sonsuz bir şekilde  bölünemiyeceğini ortaya atmıştır .  
Yunan atom teorisi Miletli  LEUCIPPUS  ( M . Ö .  430 tahminen )  ve bilhassa talebesi DEMOCRITUS  ( M . Ö .  470-400  tahminen )  tarafından kurulmuş ,  Sisamlı EPICURUS  ( M . Ö .  306 )  ve antikitenin en  dikkate değer materyalist sistemiyle De Natura Rerum'un  ( eşyanın mahiyeti  hakkında )  müellifi Lâtin şair ve fizikçisi LUCRETIUS  ( M . Ö .  90-95 )  tarafından  devam ettirilmiştir .  Bunlara göre madde ancak bir merhaleye kadar bölünebilir .   Artık bölünmesi mümkün olmayan son bölünme kısmına da Epikurus ,  Yunancada  bölünemez anlamına gelen Atomos'dan Atom adını vermiştir .  Atomlar sert ve  doludurlar .  Bir cisim bunların birleşmesi ile vücut bulur ,  ayrılmasa ile de  mahvolur .  Atomlar hareketlidirler ve çarpışmaları neticesinde ısı meydana gelir .   Atomların birbirleriyle birleşme tarzından cisimlerin gaz ,  likid ve solid  halleri meydana gelir .  
ARISTO  ( M . Ö .  384-321 )  ,  tabiat  hakkındaki sezgisel bilgisi pek derin bir dâhi olmakla beraber maddenin hakikî  mahiyetini kavrayamamıştır .  Onun fikrince hakikatte madde yoktur .  Eşyayı ancak  özellikleriyle tanıyabildiğimize ve bunlarla farklılandırabildiğimize göre ,   ancak bu özellikler prensip yahut element olarak düşünülebilir .  Yani elementler  ayrı ayrı özelliklerden ibarettir .  Aristo her şeye uygun gelen özellikler  araştır-mış ve bunların sıcak ve soğuk ,  kuru ve yaşta bulunduğunu sanmıştır .   Bunlar ikişer ikişer birleştirildiklerinde altı çift elde edilir .  Fakat  bunlardan soğukla sıcak ve kuruyla yaş birbirinin zıttı olduğu için yok edilir  ve neticede dört tane kalır .  Soğuk ve yaş suyu  ( likid olan şey )  ,  soğuk ve kuru  toprağı  ( solid olan şey )  ,  yaş ve sıcak havayı  ( gaz olan şey )  ,  kuru ve sıcak  ateşi  ( yanan şey )  teşkil eder .  İşte ortaçağda pek büyük bir rol oynamış olan  Aristo'nun dört element teorisinin menşei budur .  Şüphesiz bunlar bugünkü manâda  birer element değildirler .  Zira bugünkü manâda bir element ,  başka cisimlerin  birleşiminde bulunan cisimlerdir .  Aristo'nun elementleri ise ,  muayyen ve temel  özellikleri gösteriyordu .  Böyle bir felsefe yardımıyla herhangi bir olayın sayı  ile ve ölçü ile ifadesi mümkün değildi .  
Ortaçağda  ( 476-1453 )  Şark  simyacıları Aristo'nun dört elementine cıva ,  kükürt ve tuz gibi üç element daha  ilâve ederler .  Yalnız bunlarla bugün aynı adı taşıyan cisimler arasında hiçbir  münasebet yoktur .  Bunlar cisimlerde az çok bulunurlar .  Kükürt ,  cisme ateşte  bozulabilme ile rengini ; cıva ,  metalik manzara ile eriyebilmeyi ; tuz da ,   lezzeti ve çözünebilmeyi verir .   
Ortaçağ ,  ortaya atılan bu saçma  teorilerden dolayı ilim tarihinde karanlık bir devre olarak yer almıştır .  
İlmi bütün bunlardan ilk defa  kurtaran ve kimyasal elementin modern mânasını ilme sokan ROBERT BOYLE   ( 1626-1691 )  olmuştur .  Boyle denel temelden yoksun bir hipotezi kabul etmeyi  kesin olarak reddetmiştir .  Boyle ,  madde kavramıyla düşünen bir bilgindir .  Ona  göre elementleri özellik olarak değil madde olarak almak lâzımdır .  Element  demek ,  sadece daha basit maddelere ayrılamayan madde demektir .  Öteki cisimler  bunların bileşikleridir .  Bu bakımdan Boyle'a ilk kimyacı gözüyle bakılabilir .   Boyle bir atomistikçidir .  Fakat henüz kantıtatif kimya çağına girilmemiş  olduğundan bir çok düşünceleri felsefî mahiyette kalmıştır .  Bununla beraber ,   Boyle'un araştırmaları tesadüfün mahsulü şeyler değildir .  The Sceptical Chemist  adlı eserinden de anlaşıldığı gibi ,  bunlar düşünülmüş ve muhakeme edilmiş  işlerdir .  
Boyle sayesinde neticeye epeyce  yaklaşılmış iken XVIII .  Yüzyıl kimyacıları ,  mevcut vakâları hiç düşünmeden ve  üstelik bunlarla çelişme halinde olmasına rağmen eski Yunandan kalma bir  zihniyet mirasıyla genel fikirler başvurmuşlardır .  XVIII .  Yüzyıl STHAL'ın  flogiston devridir .  Bu teoriye göre ,  her yanıcı cisim ,  biri yanıcı olmayan sabit  bir madde ile  ( kül ,  toprak )  öteki yanıcı bir prensip yani flogiston yahut  flogistikten ibarettir .  Flogiston maddî birleşim bakımından çok yanlıştır ; bizi  element ve birle-şik cisim hakkında yanlış düşüncelere götürür .  Meselâ metaller  birleşik ,  oksitler ise basit cisimlerdir .  Üç çeyrek yüzyıl zarfında kimyaya  hâkim olan bu teori ,  element mefhumunun gelişmesine hiç de müsait değildi ; zira  maddenin temel özelliği olan kütleyi hiç göz önüne almıyordu .  
Yeni kimyanın kurucusu büyük  âlim LAVOISIER ile kantitatif kimya çağı doğmuş ve flogiston teorisi ortadan  kalkmıştır .  Lavoisier ile madde gerçek manâsını almış ve elementin kantitatif  tarifi verilmiştir .  Lavoisier için element ,  eldeki vasıtalarla ayrıştırılamayan  cisimdir .  
Ancak maddenin gerçek anlamı  anlaşıldıktan ve elementin gözlem ve denemeye uygun doğru bir tarifi verildikten  sonradır ki modern atomistik'in doğuşu beklenebilirdi ve gerçekten de öyle  olmuştur .  
  
 Yeni Atom Teorisi  
  
Eskilerin atomistik kavrayışıyla  bugünkü arasında büyük fark vardır .  Eskisi tamamiyle felsefîydi ve hiçbir deneye  dayanmıyordu .  Halbuki bir teorinin deneye ve gözleme dayanması lâzımdır .  Bir  teori mevcut vakâları tarif ve aralarındaki bağları tayin ettiği ve yeni  vakâları önceden tahmin edebildiği takdirdedir ki ilmî bir mahiyet alır .    
Eskiler göze çarpan vakâlara  bakmaksızın ,  içinde mantık çelişmeleri bulunmamak şartı ile genel prensipler  kurmaya çalışmışlardır .  Eskiler uzun yıllar maddenin gerçek anlamını anlamaya  bir türlü yanaşmamışlardır .  Hatta bazı müellifler ,  eski Yunan filozoflarının  kâinatı bir ilim adamı gibi değil ,  bir şair gibi temaşa ettiklerini söyler ve  bunun sebebini o vakitler el işlerinin âdi işlerden addolunduğu için âlim ve  filozofların bu işlere tenezzül etmemesinde bulurlar  ( * )  .  O halde hiçbir denel  temele dayanma-yan ve tamamiyle felsefî olan düşünceleri ve bu arada atom  kavramları bilgilerimiz üzerinde hiçbir rol oynamamıştı denilebilir .  Üstelik  Democritus'un atomları sert ,  tarif olarak bölünemez  ( atomos = bölünemez )  ve esas  itibariyle de doludurlar .  Halbuki bugün biz atom için ,  içinde karışık bir  teşkilât ,  karışık kuvvet alanları ,  daha küçük tanecikler ve bunların arasında  büyük boşluklar bulunan bir yapı tasavvur ediyoruz .  
 ( * )  Adnan Adıvar ,  İlim ve din 
Atom ve molekül kavramlarının  bugünkü mânasıyla ilimde yer alabilmesi için aşağı yukarı iki bin sene  geçmiştir .  BERNOULLI  ( 1738 )  de ,  gazların birbirinin aynı ,  daimî surette  harekette bulunan fakat uzak mesafe-lerde birbirine tesir etmiyen küçük  taneciklerden yapılmış olduklarını bunların bulundukları kabın kenarlarına  çarpmalarından basıncın husule geldiğini izah etmiş ve bu suretle de gazların  kinetik teorisinin temelini atmıştır .  
Atomistik'in ilmî hüvviyetiyle  ilimde yer alabilmesi ,  tereddütsüzce söylenebilir ki ,  kimyacılar sayesinde  mümkün olmuştur .  Bizim için modern atom teorisinin baş kurucusu ,  kimyanın  ilerlemesinde büyük rolü olan JOHN DALTON  ( 1808 ) 'dur .  
Lavoisier tarafından modern  kimyanın temelleri atıdıktan sonra Dalton ,  zamanında bilinen kimya kanunlarını  ( Dalton'un  artan oranlar ,  GAY-LUSSAC'ın gazlar ve PROUST'un sabit oranlar kanunlarıdır )   izah edebilmek için atom bilgisine kesin bir anlam vermiştir .  «New System of  Chemical Philosophy» adlı değerli eserinde atom teorisinin esaslarını izah  etmiştir .  Bu teorinin esası şöyledir: Bütün kimyasal elementler gayet ufak  taneciklerden yani atomlardan kurulmuştur .  Atomlar kimyasal reaksiyon-larda  bölünmeksizin kalırlar .  Bir elementin aynıdır ve hususiyle aynı kütleye  maliktir .  Halbuki çeşitli elementlerin atomları farklıdır .  Kimyasal bileşikler ,   kendilerini kuran elementlerin atomlarından meydana gelmişler-dir .  Bunların  belli sayıda birleşmesinden moleküller meydana gelir .  Bu şekilde ifade edilen  atom hipotezi sabit oranlar kanununu pek iyi izah ediyordu .  
Dalton'un eseri daha sonra bir  çok bilginler tarafından geliştirilerek devam ettirilmiştir .  Yaklaşık bütün  gazlara uygulanabilen Boyle-Mariotte ve Gay-Lussac kanunlarını izah edebilmek  için AVOGADRO  (  1811 )  da ,  kendi adını taşıyan hipotezini ifade etmiştir .  Bu  hipoteze göre: «Aynı temperatur ve basınç şartlarında çeşitli gazların eşit  hacimlerde daima eşit sayıda molekül bulunur .  » Bu hipotezin ,  daha doğrusu bu  kanunun önemine AMPÈRE tarafından da işaret edilmiştir .  
0°C da ve 760 mm cıva basıncında  gaz halinde 22 , 4 litrede mevcut molekül sayısına Avogadro Sayısı adı verilmiş ve  "N" harfiyle gösterilmiş-tir .  O halde bütün saf cisimlerin birer molekül  gramlarında daima Avogadro sayısı kadar molekül bulunduğu gibi basit cisimlerin  birer atom gramlarında da Avogadro sayısı kadar atom vardır .  
Avogadro ve Ampère'in fikirleri  atom teorisine ilmî bir mahiyet vermiş ve çok önemli olan Avogadro sayısı  sabitinin bir yüzyıl sonra ölçülmesiyle de atomistik'in parlak bir gerçekleşmesi  sağlanmıştır .  
Maddenin atom hipotezine dayanan  ve bu teorinin lehine kaydedilen bu önemli neticeler ,  atomların  mevcudiyetlerinin doğrudan doğruya denel bir gerçekleşmesini verememekteydi .  Bu  husustaki denemeler ise gayet yavaş olmuştur .  Bunlardan ilki JEAN PERKIN  ( 1909 )   tarafından yapılmış olup Avogadro sayısı için 6 . 10²³ e yakın bir değer  bulunmuştur .  Bulunan bu değerle ,  gazların kinetik teorisinden elde edilen değer  arasındaki uyarlık ,  yalnız kinetik teorinin temel hipotezlerinin doğruluğunu  değil ,  moleküllerin varlığının da parlak bir delilini vermiştir .  Bilhassa şu son  yarım yüzyıl içinde maddenin yapısına dair olan başka denemelerle teorik  düşünceler atom ve moleküllerin gerçek birer varlık olduklarını hiçbir şüpheye  yer bırakmayacak bir şekilde ispat etmiştir .  Daha 1910 dan itibaren cisimlerin  birer molekül gramlarında aynı sayıda molekülün bulunduğu birbirinden tamamıyla  farklı çeşitli metodlarla meydana konulmuş ve bunlar hep aynı mertebeden  değerler vermişlerdir .  
Bugün Avogadro sayısı için 
  
N =  ( 6 , 02308 ± 0 , 00036 )  x 1023   ( g mol ) -1  
  
değeri kabul edilmektedir .   Ekseriya 6 , 02 X 1023 değeri de alınır .   
  
 Atomun Fiziksel yapısı  
  
Atomun yapısı hakkında ilk denel  bilgi ERNEST RUTHERFORD tarafından ,  1911 de ,  alfa partiküllerinin katı  cisimlerden geçişleri sırasında uğradıkları sapmaların keşif ve izahı sayesinde  mümkün olmuştur .  Bu suretle bir atomun ,  merkezde atomun bütün kütlesini ,  gayet  küçük ve pozitif elektrik yüklü bir çekirdekle bunun etrafında ve çekirdeğin  yükünü nötralleştirecek sayıda elektronun dönmekte oldukları modeli verilmiştir .   Eğer bir atomun çekirdeği dışındaki elektronların sayısı Z ise ,  bir elektronun  yükü e olduğuna göre çekirdeğin pozitif yükü Z e dir .  Bir atomun karakteristiği  olan Z ye o atomun ait olduğu elementin atom numarası denmiştir .  Daha 1869 da  MENDELEYEFF ,  elementlerin fiziksel ve kimyasal özelliklerindeki benzerlikleri  göz önüne alarak elementlerin atom tartılarına göre sıralandıklarında ,   özelliklerinin periyodik bir tarzda tekrarlandığını görmüş ve bu gün de kendi  adını taşıyan ,  elementlerin periyodik sistemini kurmuştur .  Uzun zaman bu  devriliğin mahiyeti anlaşılamamıştır .  Fakat X ışınları spektrumu MOSELEY kanunu  sayesinde  ( 1913 )  elementlerin sıralanmalarının atom ağırlıklarına göre değil ,   atom ağırlıklarıyla beraber giden fakat onu her yerde takip etmeyen atom  numarasına dayandığı denel olarak meydana konulmuştur .  Bir elementin Z si aynı  zamanda onun periyodik sistemdeki yer numarasıdır .  
Rutherford'un atom modeli bazı  itirazlara uğramıştır .  Gerçekten de bu atom modeli klâsik elektromangetik  teorilere göre kararsızdır .  Çünkü elektronların çekirdek etrafında dönmeleri  lâzımdır ,  aksi taktirde pozitif olan çekirdek üzerine düşmeleri icap eder .  Diğer  taraftan ,  elektronlar döndükleri taktirde enerji kaybederler ,  bunun neticesi ise  yörüngeleri gittikçe küçüleceğinden nihayet çekirdeğin üzerine düşmeleri lâzım  gelecektir .  Rutherford teorisini bu çıkmazdan NIELS BOHR kurtarmıştır  ( 1913 )  .   Bohr ,  MAX PLANCK'ın 1900 de enrejinin süreksiz bir tarzda quantum şeklinde  alınıp verildiğini ifade eden quantum teorisine dayanmak suretiyle Rutherford  atom modelini bazı postulat'larla tamamlamıştır .  Böylece Rutherford-Bohr atom  modeli meydana gelmiştir .   
Bu atom modeliyle başta  hidrojenin olmak üzere bazı elementlerin spekturumlarıyla Rydberg sabitinin  menşei izah edilmekle beraber bir çok denel neticeler izah edilemediği gibi Bohr  postulat'larının biraz sunî olduğu da meydana çıkmıştır .  Bu model daha sonra  SOMMERFELD atom modeli ile tamamlanmak istenmiştir .  Bohr atom modelindeki  elektronların dairesel yörüngeleri yanında eliptik yörüngelerin de bulunduğu  düşünülmüştür .  Gerek bu model ve gerekse elektronların hareketlerine izafiyet  düzeltilme-sini de ilâve etmekle beraber spekturumların tam izahı mümkün  olamamıştır .  
GOUDSMIT ve UHLENBECK ,  1924 de ,   elektronun çekirdek etrafındaki hareketinden başka kendi etrafında da döndüğü  ( spin )   hipotezini ortaya atmışlardır .  Bu hipotez çok verimli neticeler sağlamış ve  tayfların tam olarak izahı da mümkün olmuştur .  
PAULI ,  1925 de ,  kendi adını  taşıyan exclusion prensibi sayesinde bir atomun çekirdek dışı elektronlarının  dağılımının aritmetiğini ve elementle-rin periyodik sisteminin anahtarını  vermiştir .   
Bu gün bir atomun çekirdek dışı  hakkındaki bilgilerimiz bilhassa dalga ve quanta mekanikleri sayesinde tamdır .   Atomun kabuğunu ilgilendi-ren bütün özelliklerin izahı mümkündür .  Dalga  mekaniği ,  ışığın mahiyeti hakkında uzun zamandır mevcut olan dalga ve  korpüsküler paradoksal hale son vermek için 1923 de LOUIS DE BROGLIE tarafından  kurulmuş ve bilhassa SCHRÖDINGER tarafından geliştirilmiştir .  Quanta mekaniği  ise HISENBERG tarafından kurulmuş ve BORN ,  JORDAN ,  DIRAC tarafından  geliştirilmiştir .  
Dalga mekaniğinde ,  harekette  bulunan bir taneciğe bir faz dalgasının refakat ettiği kabul edilir .  Bu netice  hızlandırılmış elektronları muhtelif billûrlar üzerine göndermek suretiyle önce  DAWISSON ve GERMER ; sonra G . P .  THOMSON ve daha sonra da PONTE tarafından denel  olarak ispat edilmiştir .   
Atomun yapısı hakkındaki  bilgilerimizin gelişmesi üzerine KOSSEL  ( 1910 )  ,  LEWIS-LANGMUIR ve başkalarının  çalışmaları sayesinde «valans  ( değerlik ) » kavramı izah şeklini bulmuş ve bu  sayede bilhassa organik kimyanın büyük gelişmesi sağlanmıştır .  
Atom için olduğu gibi çekirdek  için de bir yapı araştırılmıştır .  İnsanoğlu daima kâinatın sonsuz karışıklığını  az sayıda prensibe irca etmeye çalışmıştır .  Eskiden beri bütün cisimlerin  müşterek bir tipten teşekkül oldukları hakkında hipotezler ileriye sürülmüştür .   Daha 1815 de İngiliz doktoru PROUT ,  çeşitli elementlerin ,  en basit element olan  hidrojen atomlarının yoğunlaşmasından teşekkül etmiş oldukları hipotezini  ileriye sürmüştür .  Bu hipoteze göre esasta madde birliği vardır ve temel madde  de hidrojendir .  Bu hipotez doğru ise ,  cisimlerin atom ağırlıklarının  hidrojenin-kinin tam katı olması lâzımdır .  Prout'un bu tam sayılar hipotezi bazı  elementlere uyuyor ,  bir çoklarına ise hiçbir suretle uymuyordu .  Meselâ atom  ağırlığı 35 , 46 olan klor bunun tipik bir misâliydi .  Bu sebepten Prout hipotezi  ifade edildiği devirde kabul edilmemiştir .  
J . J .  THOMSON ve ASTON  ( 1919 )  ,   kütle spektrografı metoduyla yaptıkları denemeler neticesinde ,  o zamana kadar  basit olarak düşünülen bir çok cisimlerin gerçekte atom ağırlıkları farklı  cisimlerin karışımı olduklarını meydana koymuşlardır .  Bu suretle daha önce  radioelementler hakkında SODDY'nin bulmuş olduğu izotopluk kavramı âdi  elementler halinde de meydana konulmuştur .  Bu izotoplar çekirdeklerinde aynı  sayıda proton içerirler .  Yani Z leri aynıdır Mendeleyeff cetvelinde aynı yeri  işgal ederler ,  kimyasal özellikleri aynıdır ,  ancak fiziksel özellikleriyle fark  edilirler .  O halde izotop atomlarının çekirdeklerinde aynı sayıda protona  karşılık farklı sayıda nötron vardır .  Böylece klorun 35 , 46 atom tartısı bir  ortalama atom tartısıdır ve atom tartıları 36 ve 37 olan iki izotopun 3/1  oranında karışımından ibarettir .  İzotopları atom tartılarının tam sayılara eşit  olmasının ispatıyla ,  Prout'un tam sayılar hipotezi yüzyıl sonra denel olarak  gerçekleşmiştir .  Klor halinde Z = 17 dir .  O halde atom tartısı 35 olan klor  çekirdeğinde 17 proton ve 35 - 17 = 18 nötron ; 37 izotopunda ise 17 proton ve  37 - 17 = 20 nötron olacaktır .  Atomlar nötr olduklarından ,  bunların çekirdek  dışlarında da 17 şer elektronları bulunur .  Çekirdeklerin kütleleri proton ve  nötronunkinin tam katlarından ibaret olmalıdır .  Halbuki çekirdeklerin kütleleri ,   kendilerini teşkil eden proton ne nötronların kütleleri toplamından ,  pek az da  olsa ,  daima daha küçük bulunmuştur .  Bu kütle noksanlığının ,  tanecikler  birleşirken Einstein'ın E =  mc2  ilişkisine göre bir miktar enerji  kaybetmelerinden ileri geldiği tespit edilmiştir .  Bir çekirdeğin sağlamlığının  bu kütle noksanlığının fazlalığıyla arttığı görülmüş ve çekirdekler buna göre  bir sınıflandırmaya tabi tutulmuştur .  Ağır ve çok hafif çekirdeklerin kararsız ,   orta ağırlıktakilerin ise en sağlam oldukları görülmüştür .  Nitekim çok ağır  atomlu olan çekirdekler tabiî radioaktiftir ve kendiliklerinden parçalanırlar .  
 
Sitemizde yer alan tüm içerikler internet ortamından toplanmış ve derlenmiştir. Yer alan bilginin doğruluğu garanti edilmemektedir. Yanlış bilgi için tarafımıza sorumluluk yüklenemez. Yanlış bilginin doğuracağı etkenlerden sitemiz ve yöneticileri sorumlu tutulamaz.