Islam Felsefesı 
ıslam felsefesı  
 Umumî manada ve ikibinbeşyüz yıllık
 bir tarihe sahip bulunan "felsefe" teriminin ifade ettiği
 anlam içinde "İslam felsefesi" tabiri, miladi VIII-XII.
 yüzyılları kapsar. Beşyüz yılı aşkın
 bir süreyle kurulup gelişmiş olan bir düşünce tarihinin
 üçte birlik bir bölümünü içine alan bu dönemdeki felsefe hareketi,
 kendi öz fikri kaynaklarının yanında, kısmen
 Hint-İran ve esas olarak da antik dönem Grek (Yunan) tesiriyle
 kurulup gelişmiş olan felsefi düşünce ve araştırmaları
 içine alır. Buna, çağının düşünce ve ilim
 anlayışına uygun olarak kainatın (evren) bütünü
 hakkında bir anlayışı ortaya koymak gibi bir özelliği
 de ilave etmelidir. Bu özellikleriyle İslam felsefesi; genel
 felsefe tarihi içinde Batı ortaçağ felsefesini etkileyerek, sözü
 edilen antik çağ ve Helenistik felsefe ile Rönesans, yeni çağ
 ve modern Avrupa felsefe hareketleri arasında bir köprü vazifesi
 yapmış ve böylelikle insanlık düşüncesi tarihindeki
 önemli yerini almıştır. Bu sebeple İslam felsefesini
 bir kere olmuş bitmiş bir düşünce hareketi olarak değil
 de onu öncesi ve sonrası ile birlikte, yani etkilendiği ve
 etkilediği düşünce dünyaları ile birlikte görüp tanımaya
 çalışmak gerektiği ortadadır. 
 Bu nedenlerle, İslam felsefesi sadece Doğu düşünceleri
 ile Batı düşüncelerini biraraya getirip uzlaştıran (eklektik)
 bir düşünceden ibaret olmayıp; kendi
 şartlarının, değerlerinin, iç ve dış
 kaynaklarının orjinal özelliklerini de kendinde taşır.
 Zira, İslam felsefesi kendinden önceki felsefelerin basit bir devamı
 değildir; çeviri (tercüme) ve geniş açıklama (şerhler)
 ve yorumlara ek olarak, kendine ait orijinal düşünürlere ve
 eserlere sahiptir. Diğer yandan, İslam felsefesi ifadesini
 sadece felsefe ile ve felasife (filozoflar) denen düşünürlerle sınırlandırmanın
 doğru olmadığı da ortadadır. Onlara, ekol sahibi
 durumunda bulunan büyük kelamcıları, sûfileri ve hatta
 büyük hukukçuları (fukaha) da katmak gerektiği düşünülürse,
 İslam Felsefesinin değeri ve önemi daha açık bir
 şekilde anlaşılmış olur. 
 İslam felsefesinin içine aldığı
 saha yani onun sınırlarının nereye kadar
 uzandığı konusu tam açıklıkla ve kesin bir
 şekilde ortaya konmuş değildir. İslam felsefesi de
 yemini bazıları sadece filozofların ele
 aldığı problemlerle sınırlandırmayıp,
 kelamcılar ve sûfileri de bu ifadenin içinde göstermek gerektiğini
 ileri sürerken; bazı felsefe tarihçileri de onu antik Yunan
 felsefesi geleneğini ve bu felsefenin İslam felsefesine yaptığı
 etkilerini gözönüne alarak Eflatun (Platon) (M.Ö. 427-347),
 Aristoteles (M.Ö. 384-322). Helenistik felsefe ve Platinos ile Kindî,
 Farabî, İbn Sina ve İbn Rüşd'ün felsefe çalışmalarına
 hasredip, dörtyüz yıllık bir dönem ile sınırlandırmanın
 gerektiğini söylemişlerdir. Diğer bir yaklaşıma
 göre ise, yukarıda sözü edilen iki görüşe fıkıh
 usûlünü (hukuk metodolojisi) de ilave etmek gerektiği ortaya çıkmaktadır.
 Ayrıca çok yaygın olmamakla beraber, problemlerinin ortak ve
 tartışmalarının devamlılığı
 sebebiyle, felsefe ile kelam ilmini; keza bir yönü ile filozof, diğer
 yönü ile mutasavvıf olan büyük düşünürleri göz önünde
 tutarak, felsefe ile tasavvuf ekollerini birlikte mütalaa edenler de olmuştur. 
 Başka bir açıdan
 bakıldığında İslam felsefesinin, yeni çağ
 ve modern düşünce akımlarıyla zaman zaman yapılan
 mukayeselerinin de gösterdiği gibi, o, adı geçen felsefeler
 için bir kaynaklık görevi de yapmış bulunmaktadır.
 Aynı şekilde, Batı ortaçağ felsefesi genel
 yapısı içinde bir din savunması ve propagandası
 özelliği gösterirken, kendine özgü özellikleri sebebiyle
 İslam felsefesi, çok yönlü verimlilik ve çeşitlilik ortaya
 koyar. Çünkü İslam felsefesi yalnız ilahiyat (teoloji) konu
 ve meselelerine münhasır kalmayıp; diğer dini, beşeri
 izah ve yorumlar ile sıkı ilgi ve kaynaşma içine girmiştir.
 Nitekim İslam dünyasında felsefi düşünce hareketinin
 XIII. yüzyıldan itibaren duraklamasıyla birlikte, başka düşünce
 hareketlerinde de beliren ağırlaşma ve bu durumun olumsuz
 neticelerinin daha sonra devam edip gitmiş olması, bu
 değerlendirmeyi doğrular mahiyettedir. 
 İslam'a ait her türlü düşünce gibi,
 İslam felsefesi de, İslam dinini kabul etmiş olan
 milletlerin oluşumunda her birinin çeşitli oranlarda payı
 bulunan ortak bir ürünüdür. Mesela; Araplar, Türkler ve
 İranlılar bu ortaklıkta önemli role sahiptirler. Ayrıca;
 özellikle çeviriler (tercüme) döneminde olmak üzere, Süryanîler ve
 İbraniler de İslam felsefesinde katkı sahibidirler.
 Kuruluş ve gelişme dönemlerinde, yani zaman olarak miladî VIII
 ile XII, hicrî II-VI. yüzyıllar arasında ve coğrafî
 olarak da doğuda Türkistan'dan batıda Endülüs'e (İspanya)
 kadar uzanan geniş bir coğrafya İslam felsefesinin oluşturulup
 geliştirilmesinde, yukarıda ifade etmeye çalışıldığı
 gibi, çok çeşitli milletlerden düşünür ve mütercimler rol
 almışsa da, İslam felsefesinin ifade dili çok büyük
 ölçüde Arapça olmuştur. Bu sebeple İslam dünyasındaki
 söz konusu felsefe hareketine yüzyılımızda Arapların
 benimseyip ısrarla savunmaya çalıştığı
 şekilde- "Arap felsefesi" adı verilmek istendiği
 gibi, İslam dininin iki kaynağı Kur'an-ı kerîm ve
 hadisler dikkate alınarak "müslüman felsefesi"; keza
 " İslamiyet'te felsefe", " İslam dünyasının
 felsefesi" gibi isimler verilmeye de çalışılmıştır.
 Ancak, bütün bunlarla birlikte, söz konusu düşünce hareketinin
 kaynağı, yayıldığı geniş alan,
 oluşumunda önemli paylara sahip olan çeşitli milletler ve
 nihayet onun esas ruhu ve mahiyeti gözönüne alındığında
 "İslam felsefesi" ifadesinin en uygun bir isim olacağı
 açıktır. 
 İslam felsefesi kendine özgü bulunan bütün
 özellikleriyle birlikte, diğer felsefe ekolleri gibi iyi, güzel doğru
 ve hakikat ile ilgilenmiş; aynı şekilde kendinden önceki
 ve sonraki felsefeler tarzında fizik (tabiat), siyaset, (politik),
 metafizik ve din (ilahiyat) gibi bütün teorik ve pratik konularla ilgili
 olan araştırma alanlarını
 kuşatmıştır. Hatta değerler sahasıyla da
 ilgilenmiş, ortaçağın telakkileri içinde Allah, alem (kainat)
 ve insan arasındaki münasebeti yorumlayıp izah etmeye çalışmıştır.
 Bunu yaparken de İslam'ın geniş dairesinden çıkmamaya
 olabildiğince gayret ve dikkat gösterilmiştir. 
 İslam dünyasında felsefi düşüncenin
 bir ekol olarak başlayıp kurulması, iç ve dış
 bir çok sebebin yanında, özellikle Grek filozoflarının
 eserlerinin bilhassa süryanice ve grekçe'den arapçaya yapılan ilk
 çevirileriyle aynı zamanlara rastlar ki, bu dönem İslam
 tarihinde Abbasî hilafetinin kuruluş sıralan demektir. Ancak
 İslam felsefesinden en mühim etkiye sahip olan Yunan felsefesinin
 tesiri doğrudan olmayıp, Helenistik felsefe yani,
 İskenderiye yoluyla olmuştur. Zira, miladî altıncı yüzyılın
 baslarında dağılan Atina okullarındaki düşünürlerden
 bazıları İskenderiye'ye, bir kısmı da Suriye'deki
 merkezlere gitmişti. Buralarda Eflatun ve Aristo'yu açıklayarak
 bir felsefe oluşturmuşlardı. Sözü edilen merkezlerde
 önceleri yunanca yazıları eserler sonradan süryanice ve
 arapçaya çevriliyordu. İşte İslam dünyasında daha
 sonra arapçaya intikal ettirilen ve İslam felsefesinin kuruluşunda
 tesiri olan eserler ilk planda bunlar olmuştu. Bunlara daha yedinci
 miladi yüzyılın ortalarında müslüman Arapların
 fethettiği Suriye ve İran'daki Hıristiyan ve yahudi
 manastırlarındaki ilmi faaliyetleri de ilave etmelidir.
 Buralarda Yunan felsefesinin, özellikle de eflatun, Aristo ve yeni
 Eflatunculuğun hristiyanlıkla meczedilmiş eserleri, arapçaya
 yakın bir dil olan süryanice yazılıyordu. Keza, sözü
 edilen merkezlerden bazıları tamamen İlahiyata (teoloji)
 dair düşünceler geliştirirken, felsefe de dini bir hüviyet
 kazanıyordu. Diğer yandan, gramer, hitabet, felsefe, tıp,
 musiki, aritmetik, geometri ve astronomi bu okulların
 yaptığı önemli çalışma alanlarını
 teşkil ediyordu. Urfa (Edese), Nusaybin (Nisibe), Harran,
 Cundeşapur ve Antakya da o dönemin basta gelen bilim ve kültür
 merkezleriydi (Macit Fahri, İslam Felsefesi Tarihi çev. Kasım
 Turhan, İstanbul 1987, s. 11 vd.). 
 Çeviri çalışmalarında Emevîler
 döneminin (661-750) çok önemli bir yerinin bulunduğu söylenemez.
 Fakat, dini ilimlerin yanında akli ilimlere ayn bir rağbet gösteren
 Abbasîler'de, bilhassa Bağdat'ı devlet ve hilafet merkezi yapan
 ve süryanca, yunanca ve bir miktarda farsça eserlerin arapçaya
 çevirisini üslenen kişileri teşvik eden Halife Mansur
 (H.136-158/M. 753-775) döneminde söz konusu çeviri faaliyeti çok ciddi
 bir tarzda gelişme gösterdi. Harun Reşid (170-193/886908) ve
 Memun (198-218/813-833) zamanlarında ise İslam felsefesinin
 önemli malzemesi sayılabilecek mühim eserler çok sistemli bir
 çeviri faaliyetiyle arapçaya kazandırıldı. Bu sonuncu
 Abbasi halifesi, Bağdat'ta Beytü'l-Hikme (Felsefe evi) adı
 verilen bir akademi kurulmuştu ki, burası İslam
 felsefesinin kurulup gelişmesinde çok önemli bir etkiye sahip olmuştu
 (Henry Corbin, İslam Felsefesi Tarihi, çev. Hüseyin Hatemî,
 İstanbul 1986, s. 32). 
 Bütünlüğü içinde İslam felsefe
 hareketini Doğu ve Mağrib (Endülüs) felsefeleri olmak üzere
 iki büyük kola ayırmak gelenek halini almıştır.
 Felsefi düşünceyi kurma ve geliştirme bakımından
 doğu kolu Mısır'dan Türk-İslam'a kadar uzanan çok
 geniş bir coğrafyayı kaplar ve Endülüs'e göre çok daha
 çeşitli ve verimli olmuştur. İslam felsefesinin Endülüs
 kolu ise, ortaçağ dönemi hıristiyanlarının daha çok
 dikkatini çekmiş ve batılılar tarafından
 yazıları eserlerde özel bir yer tutmuştur. Ancak
 İslam dünyasındaki fikri oluşum ve gelişimde
 Mağrib kolunun Doğu kadar büyük tesiri olamamıştır. 
 İslam felsefesi, ele alıp işlediği
 problemleri bakımından tek tip bir yapı göstermez. Yani
 hemen hemen her türlü düşünceye ve araştırmaya açık
 bulunmuştur. Bu sebeple birbirinden çok farklı, İslam
 dininin özüne yakın veya uzak düşen felsefe akım ve
 ekollerini bu felsefenin bünyesi içinde görmek mümkündür. İslam
 felsefesini konu edinen felsefe tarihleri, söz konusu ekolleri ve onların
 temsilcilerini belli isimler altında toplayarak
 sistemleştirmişlerdir. İslam felsefesinde yer alan başlıca
 ekolleri şöylece sıralayabiliriz: 
 Tabiat Felsefesi: 
 Aslında İslam düşüncesi tarihinde başlı
 başına tabiat felsefesi denilebilecek bir felsefe
 akımı yoktur. Fakat, tarihi gelişimi içinde İslam
 dünyasında en yaygın felsefi ekol olan Aristocu
 (Meşşaî)luktan önce ve henüz Kelam ilminin kurulmaya başladığı
 dönemde ortaya çıkan felsefe hareketine Tabiat felsefesi
 denmektedir. Bu akımın genel ortak özelliği tabiat
 ilimlerinden yola çıkarak felsefe yapmaya çalışması
 ve Sokrat öncesi (M.Ö.5.y.y.) tabiat felsefesi ite Hint felsefesinin
 etkilerinden doğarak IX ve X. yüzyıllarda daha çok tabiat
 bilginleri tarafından kelam ilmiyle ilgili çalışmalara
 karşılık olarak felsefe diye isimlendirilmiştir.
 Tabiat felsefesi adıyla; Tabiiyyun (Doğu felsefecileri Natüralistler),
 Maddiyyun ya da Dehriyyun (Materyalistler), Batinîler ve nihayet bir çok
 görüş ve anlayışı birleştirerek seçmeci
 (eklektik) bir özellik gösteren İhvanu's-safa (temiz kardeşler)
 ifade edilmek istenir. 
 A- Tabiiyyun (Natüralistler-Doğa felsefecileri) 
 Bu ekol mensupları deney ve tümevarım
 (istikra) metodunu İslam düşünce dünyasında ilk defa
 kullanan ve bilginin kaynağı olarak daha çok duyumları
 kabul eden ilk felsefe akımıdır. İslam felsefesi ve
 ilim tarihinin büyük simalarından biri olan Ebû Bekr Zekeriya
 Razi (841?-925?) tarafından kurulmuştur. Razi Batı ortaçağında
 Rhazes, el-Razes ya da Albubator adıyla ün yapmış ve
 eserleri batıya çevrildiği gibi, İslam dünyasında
 da kalıcı etkiler göstermiştir. Felsefeye dur görüşlerinden
 çok, bir tabip olarak ün kazanmış olan Razi; tıp,
 matematik ve diğer tabiat ilimlerine dair eserler vermiştir.
 Fizikte ışığın kırılması
 olayını ilk defa onun gösterdiği bilinir. Boşlukta
 çekimin varlığını ispatlamaya çalışmış,
 simya araştırmaları yapmıştır (İbn
 Nedim, Fihrist, s. 415-416; İbn Cülcül, Tabakatü'l-Etıbba
 ve'l Hukema, 77 vd, Kahire 1955). 
 Aristo'nun(M.Ö. 384-322) ortaçağa hakim olan
 formal mantığına ve bu mantığın esası
 olan kıyas teorisine tenkitler yöneltmiş, onun yerine endüktif
 (tümevarım) metodunu savunmuştur. Buradan hareketle de deneyi
 ve gözlemi akıl yürütmeden üstün tutarak, Batıda Rönesans
 ve yeniçağdaki metod anlayışlarından çok önce
 bilimsel anlayışı savunmuştur. Sisteminde fizikten
 metafiziğe ulaşmak isteyen bir metod takip etmiştir. Razi'ye
 göre nefs (ruh) bedenden önce gelir; beden nefse tabidir. Tıbbı
 ruh-beden bütünlüğü içinde görmeye çalışarak,
 hekimlerin beden kadar ruhu da tedavî etmesinin gerekliliğine
 işaret etmiştir. 
 Razi, felsefesinde beş tane kozmogonik prensibe
 dayanır. a- Allah, b-Boşluk (hala') yani mutlak mekan,
 c-Müddet (süre) yani mutlak zaman, d-Ruh (nefs), e- Madde Razi'ye göre
 alemin (evren) var olması için bu beş prensip gereklidir.
 Kendisi, bütün inanç ve dinlere karşı büyük bir hoşgörü
 ile bakmıştır. Düşüncesi tarihinde dinleri birleştirmek
 fikrini ileri sürenlerin ilkidir. Felsefî sisteminde ruhun ölmezliğine
 inanan Razi, bu görüşüyle maddecilerden (materyalistler) uzaklaşır.
 Fakat, ruhların bedenden bedene göçünü (tenasüh) kabul ettiği
 için de İslam kelamcılarına ve İslam inançlarına
 ters düşer. Din felsefesinde, felsefe ve dinin
 uzlaştırılamayacağı kanaatini ileri sürmüştür.
 Razi, Ortaçağa hakim görüşlere sahip olan Aristo'nun
 otoritesini kabul etmediği için de, İslam felsefesinde yaygın
 felsefe okulu olan Meşşailiğe ters düşmüştür.
 Sözü edilen bu sebeplerden dolayı Razi ve tabiatçı felsefe
 ekolü, İslamî düşünce hayatında derin etkiye sahip
 olamamıştır (İ. Hakkı İzmirî,
 Şeyhu'l-Etıbba Ebu Bekr Muhammed b. Zekeriya Razi, Daru'l
 Fünûn İlah. Fak. mec. sayı, I. s. 151-165 İstanbul 1986). 
 B- Maddeciler (Dehriyyûn, materyalistler) 
 Materyalist felsefe ekolü de tabiatçılar gibi
 duyulurdan başka bilgi kaynağı kabul etmez; ve tek gerçek
 olarak maddeyi benimser. Zamanı (dehr) ezeli yani
 yaratılmamış diye kabul etmelerinden ve
 dolayısıyla Allah'ın varlığını inkar
 etmelerinden dolayı Muattıla diye de isimlendirilmişlerdir.
 Maddeciler kainatın yaratılmış (mahluk)
 olmadığını iddia ederler. Bu ekole mensup olanlara
 Maddiyyun, Mülhidler, Hissiyûn ve Ateistler gibi isimler de verilmiştir.
 Maddecilerin önemli fikirleri kısaca şöyle özetlenebilir: 
 1- Her varlık bir bakıma maddidir, maddeden
 ayrı bağımsız ruh yoktur. 
 2- Alem (kainat) ve Tanrı bir ve aynı
 şeydir. Onun için kainattan ayrı irade sahibi, hür ve
 şuurlu bir yaratıcı yoktur. 
 3- İnsanın varlığı küllî
 varlığın bir sonucundan ibarettir. Maddeci ekolün en
 ünlü temsilcisi İbn Ravendî (ö. 910) dir. Eserlerinin çoğunda
 ateizmi işlemiştir. Maddeciler düşüncelerini açıkça
 yayamamışlar, daha çok Batiniler arasında gizlenmeye
 mecbur olmuşlardır. Bütün bu din dışı ve inkarcı
 görüşleri sebebiyle İslam felsefesi tarihinde kalıcı
 ve etkili bir ekol oluşturamamışlardır (H. Ziya
 Ülken, İslam Düşüncesi, s. 215-216 İstanbul 1946). 
 C- Batinilik 
 Karmati (Kirmeti), Mezdeki, Ta'limiye, Melahide,
 İsmailiye, Hürremiye ve Muhammire gibi adlarla da anıları
 Batinilik adına çok çeşitli felsefi kavramlar (septizm,
 mistik unsurlar ve akılcılığın
 karışımından oluşan fikirler) ileri sürülmüştür.
 Batinî anlayışa göre İslam dininde her ifadenin bir
 zahirî (dış) diğeri de batınî (gizli-iç) olmak
 üzere iki manası vardır. Asıl olan batınî manadır.
 Ve bu mana anlaşılıp nüfuz edilmeden Batınî
 olunamaz. Genelde siyasi özelliği ağırlıklı olan
 Batınîlik Ehl-i Sünnet birliğini yıkmak düşüncesi
 taşmıştır. Batınîliğin en önemli
 özelliklerini şöyle sıralayabiliriz: 
 a- Halifelik yerine imamlığı kurmak.
 İmam, kendisinde ilahî sıfatlar bulunan ve Hz. Ali'nin
 soyundan gelen üstün bir insandır. 
 b- Siyasi iktidarı elde etmek gayesiyle gizli
 teşkilatlar kurmuşlardır. 
 c- Siyasî görüşlerine uygun olarak bir hukuk
 sistemi meydana getirmişlerdir. 
 d- İmameti merkezi ve en mühim bir müessese
 olarak görmüşlerdir (Ahmet Emin, Duha'l-İslam, c.III, s. 235
 vd. Kahire, t.y.). 
 e- İmam bu dünyadaki her şeyin bilgisine
 sahiptir. 
 f- İmam, İslami esaslara ve nasslara istediği
 anlamı vermek kudret ve yetkisine sahiptir. 
 q- En yüksek mutluluk dinin dış manası
 batınî (iç-gizli) manaya çevirmekle mümkündür. Bu durumda
 ancak İmama tabi olmakla elde edilebilir. 
 Batıniliğin felsefîgi yönünün önemli
 yönleri de kısaca şöyledir: 
 a- İslam kelamcıları ve
 filozoflarının alemin hadis (sonradan var edilmiş)
 olduğu fikrine karşıdırlar. 
 b- Peygamberleri ve mucizeyi kısmen kabul ederler. 
 c- İmamlar masumdur; yani, her türlü hata ve
 günahtan uzaktırlar. 
 d- Zahir (görünen-dış), hakikatin
 kabuğu; batın (iç) ise, özü ve gerçeğidir. Bu sebeple,
 dinleri zahirî manasıyla değil de batınî manasıyla
 anlamak gereklidir. Bu da ancak, dini kaynakları (nasslar) açıklama
 (tefsir) yoluyla değil de, yorum (te'vil) suretiyle olabilir
 (Geniş bilgi için bk. Gazzalî ve Batınîlik, Ankara 1964). 
 D- İhvanü's-Safa. (Temiz Kardeşler-İslam
 Ansiklopedistleri) 
 İslam Felsefesi tarihinde kendilerine has görüşleri
 bulunan bir başka felsefe ekolü de ihvanü'l-Safa diye şöhret
 bulmuş olan bir topluluğun düşünceleridir. Bunlar
 kendilerine göre taassup içinde kabul ettikleri müslümanları
 aydınlatmak din ile felsefeyi uzlaştırmak, tabiat
 ilimlerinden yararlanarak geliştirdikleri ilim
 anlayışını ve felsefi görüşlerini yaymak için
 çalışmışlardır. Bir dernek gibi ortaya çıkan
 İhvanü's-Safa'nın dini olduğu kadar siyasî ve felsefî
 bir özelliği de bulunur. Düşüncelerini yayabilmek için,
 devirlerinin her türlü bilgisini içine alan ve elliyi aşkın
 risaleden (kitapçık) oluşan bir ansiklopedi meydana
 getirmişlerdir ki, "Resail-i İhvan-ı Safa" adında
 günümüze kadar gelmiştir. Sistemlerinde eğitime ayrı bir
 önem vererek, insanları çeşitli yaş gruplarına
 ayırarak, onlara ayrı bilgileri içiren farklı eğitim-öğretim
 programları uygulamışlardır (İhvanü's-Safa,
 er-Resail, IV 42 Beyrut, ty.). 
 E- Meşşailik 
 İslam düşüncesi tarihinde
 "felsefe" veya "İslam felsefesi" denince ilk akla
 gelen düşünce akımı Meşşailik'tir. Bu düşünce
 sistemi yukarıda belirttiğimiz tabiat felsefesine paralel olarak
 ortaya çıkmış ve kısa bir sürede en uygun felsefî
 bir sistem halini almıştır. Çağının bütün
 felsefe meselelerine bünyesinde yer veren Meşşailik, mantık
 ve matematiğe dayanır. Yani onun esas karakteri akılcı
 (rasyonel) olmasıdır. Hicri üçüncü yüzyılda
 doğuşundan sonra kısa sürede Sünni telakkiye uygun bir
 yapıya bürünmüş; böylece İslam düşünce dünyasının
 hakim ve yaygın felsefesi olmuştur. 
 Meşşaîlik veya Meşşaî felsefe adıyla
 şöhret kazanan bu felsefe akımına Osmanlıca'da
 "Aristo talisiyye" de denmiştir. Meşşailik
 terimi Grekçe "Peripatetisme" kelimesinin arapçada aldığı
 karşılıktır. Peripatetisme ise Grek filozofu
 Aristotelesin (M.Ö. 384-322) Atinada kurduğu okulun bahçesinde
 derslerini öğrencileriyle gezinerek yapmasını ifade eder
 (İsmail Fennî, Luğatçe'i-Felsefe, s. 504, ist.1341). 
 Meşşaîlik, İslam dünyasında
 Aristûtalis, Aristatalis veya Aristû ismiyle de tanınan
 Aristotelesin, başta mantık ve metafizik olmak üzere psikoloji
 (ruh), astronomi, tabiat, siyaset, ahlak ve diğer düşüncelerinin
 İslam dünyasındaki yorumlarını ve tesirlerini ifade
 eder. Meşşaî terimi bu anlamına ilave olarak ayrıca
 Aristo ile Eflatun(M.Ö.427-327)felsefelerinin uzlaştırılmasını,
 keza, Plotinos (M.S. 204-270) ve Yeni Eflatunculuk (Neoplatonizm) un
 tesirlerini de içine alır. Bütün bu özellikleriyle Meşşaîlik,
 asıl felsefi meselelerde İslam'ın esaslarına
 bağlı kalan, metod yönünden başta Aristo'yu takip eden ve
 Eflatun ile yeni Eflatuncu felsefelere de bünyesinde yer veren bir ekol
 olarak karşımıza çıkar (Mahmud Kaya, İslam
 Kaynakları Işığında Aristoteles ve felsefesi,
 İstanbul 1983; De Lacy O'lary, İslam Düşüncesi ve
 Tarihteki Yeri, s. 73). 
 Meşşaî felsefe, yukarıda
 anıları filozofların eserlerinin arapçaya kazandırılmasından
 sonra IX. ile XII. yüzyıllar arasında kuruluşunu ve
 gelişimini tamamlayarak en önemli temsilci filozoflarını
 yetiştirmiştir. Ebu Yusuf, Yakub b. İshak el-Kindi (ö.
 873?) Meşşaı ekolün ilk filozofu olarak kabul edilir ve
 kendisine "Feylesûfu'l-arab" (Arap filozofu) ünvanı
 verilmiştir. Bu ekol, onun öğrencisi Türkistanlı filozof
 Ahmed el-Serahsî (ö. 899) ile devam ettirilir. Ancak İslam
 felsefesi, Meşşailik ve filozof terimlerinin çağrıştırdığı
 en büyük sima, yine Türkistanlı bir düşünür olan büyük
 Türk-İslam Filozofu Ebu Nasr el-Farabî (870-950) dir. Felsefe,
 Farabî ile bütün meseleleri içinde ele alınmış ve tam
 anlamıyla sistemleştirilmiştir. Bu sebeple de Aristo
 birinci öğretmen (muallimi-evvel) kabul edildiği gibi, Farabi'
 ikinci öğretmen (Muallim-i sani) ünvanıyla şöhret bulmuştur.
 Meşşailik, Farabi'den sonra da, daha çok ahlak meseleleriyle
 uğraşan İbn Miskeveyh (ö. 1030) ve yine büyük bir Türk
 filozof olduğu kadar bir bilim adamı olan ve ortaçağın
 en başta gelen tabibi olarak bilinen İbn Sina (980-1037) ile
 temsil edilen Meşşailik, Mağrib de (Endülüs) İbn
 Bacce (ö. 1138), İbn Tufayl ve nihayet son büyük temsilcisi ve
 Aristo'nun ortaçağdaki en büyük yorumlayıp açıklayıcısı
 (Sarih) İbn Rüşd (1126-1198) ile olgunluğuna
 ulaşıp tamamlanmıştır. 
 İbn Rüşd'den sonra İslam düşünce
 hayatındaki felsefe hareketi sönmeye başlamış;
 dogmatik-skolastik bir mahiyete bürünerek verimli dönemlerindeki önem
 ve değerlerini kaybetmiş; Kelam ilminin içinde eritilmiş
 durumda varlığını hissedilmeden devam edip
 gitmiştir. Fakat, bu felsefenin önemli etkileri ortaçağ
 Hristiyan Avrupasında görülmüştür. 
 Yukarıda belirtildiği gibi, İslam düşüncesi
 tarihinde asıl felsefe hareketi Meşşailik olduğu
 halde, yine felsefi özellikleri bulunan başka düşünce akımları
 da bulunmaktadır. Bunlardan en önemli iki akım, Şahabeddin
 Sühreverdî (1155-1191) nin adıyla beraber anıları
 İşrakîlik ile, esas özelliği Meşşailiğe
 karşı bir tepki olarak ortaya çıkan ve İslam düşünce
 dünyasında çok yüksek bir değere sahip felsefe tenkitçiliği
 ile şöhret kazanan Ebû Hamid el-Gazzalî (505-1111)'nin ortaya
 koyduğu düşünce hareketidir. 
 İşrakilik, felsefe akımı olarak
 Meşşailikten daha sonra ortaya çıkmıştır.
 Kelime anlamıyla işrak "ışığın açılması,
 parlama, güneşin doğması" manalarına gelir. Bu
 nedenle ona "Nur felsefesi" de denmiştir. Başlıca
 özelliği olarak, bilgi meselesinde mantık ve akıl yürütme
 metoduna karşı olan İşrakîlik, akıl üstü
 bilgi kaynakları olarak gördüğü keşf, ilham ve sezgiye büyük
 değer verir. Meşşailik ile tasavvuf arasında bir yer
 tutar. Onun için manevî sezgi bu felsefenin esasını
 teşkil eder ve hakikat sadece işrak ve kalp yoluyla elde
 edilebilir (Yusuf Ziya Yörüken, Hayakilu'na-Nur Tercümesi ve
 Şerhi, Sühreverdi'nin Felsefesi, (Nur Heykelleri) s. 23 vd.
 İstanbul 1924). 
 Esasında Meşşailiğe bir tepki
 mahiyetinde ortaya çıkan, fakat tamamen kendisine has
 yapısı ve özellikleri olan Gazzali'nin tenkitçi derin düşünce
 sistemi ise, başlı başına bir ekol kabul edilebilir.
 Çünkü, İslam düşüncesi hayatında her biri birer büyük
 ekol olan tasavvuf, kelam, hukuk, mantık, ahlak ve felsefede
 Gazzalî'nin tesiri, derin ve yaygın bir biçimde zamanımıza
 kadar gelmiştir. Diğer yandan onun düşünceleri birer
 felsefi spekülasyon alarak kalmayıp, her seviyedeki insana
 ulaşma imkanı bulmuştur. Hatta bu sebeple Gazzalî'nin
 sisteminin, İslam dünyasında Sünni doktrinin bir savunması
 ve ifadesi olduğu rahatlıkla söylenebilir (Necip Taylan,
 Gazali'nin Düşünce Sisteminin Temelleri, İstanbul 1989, s. 167
 vd.). 
 Sonuç olarak; İslam felsefesi kendinden önce
 kurulmuş olan büyük düşünce hareketleriyle temasa geçmiş,
 onlardan aldıklarını yorumlamış ve çağının
 hemen her türlü milli, sosyal dini meseleleriyle ilgilenmiş çok
 önemli düşünce akımıdır. 
 Necip TAYLAN 
 
Sitemizde yer alan tüm içerikler internet ortamından toplanmış ve derlenmiştir. Yer alan bilginin doğruluğu garanti edilmemektedir. Yanlış bilgi için tarafımıza sorumluluk yüklenemez. Yanlış bilginin doğuracağı etkenlerden sitemiz ve yöneticileri sorumlu tutulamaz.