Anayasa 
Anayasa  
 Herhangi bir devletin mahiyetini, yani asli organlarını:
 bu organların, kuruluş, teşkilatlanış ve
 işleyiş tarzlarını, birbirleriyle olan yetki ve
 sorumluluk ilişkilerini, devletin üstün otoritesi (iktidarı)
 altında bulunan insanların temel hak ve özgürlükleriyle
 ilgili hukuk, ilke, kural ve kurumların neler olduğunu
 belirleyip gösteren temel belge. Bu anlamda, maddî bakımdan anayasa
 kurallarını ayırıma yarayacak kıstas, bu
 kuralların ilişkili bulundukları konular olmaktadır ki,
 bu konuların kapsamına girecek bütün hukuk kuralları ve
 belgeleri anayasa kavramı içinde düşünülmelidir. Başka
 söyleyişle, herhangi bir devletin siyasî teşkilatını
 ilgilendiren ve temel organlarının kuruluş, görev ve
 faaliyetlerini, bu organlar ile insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen
 kural ve ilkelerin bütünüdür. 
 Devletin dayandığı temel yasa olarak
 anayasa bu bakımdan ferdin hak ve özgürlüklerini belirlemek ve tanımak;
 korumak ve gözetmek, özetle güvence altına almak için gerekli
 düzenlemeyle birlikte zorunlu işlemleri ortaya koyar. İşte
 bu düzenleme ve işlemler o devletin mahiyet, nitelik ve türünü
 tespit etmek bakımından bir temel kıstas olma özelliği
 de taşır ki; "hukuk devleti" "totaliter devlet",
 "sosyal devlet", "adaletli devlet" gibi nitelemelerin
 yapılmasına imkan verir. 
 Anayasa Türleri: Aslında anayasaları
 yapılış şekli, kaynağı, muhtevası,
 hukuk sistemi içindeki konumu vb. gibi açılardan türlere ayırmak
 mümkün olabilir. Ancak anayasa hukuku açısından birbirleriyle
 yakın ilişkileri bulunan iki ayrımın üzerinde
 durulması yerinde olur: 
 Yazısız-Yazılı Anayasalar:
 Anayasanın maddî ve şeklî bakımdan tanımına
 bakıldığında, muhteva ve şekil yönünden öteki
 yasalardan farklılık gösterdiği görülür. Başka söyleyişle
 anayasa, devletin siyasî kuruluşuna, kamu otorite ve
 organlarıyla bunlar arasındaki ilişkilere; hükümetin oluşturulmasına,
 devletin şekline, özetle bu ve benzer konulara ilişkin
 kuralların bütünüdür. İşte bu noktada anayasanın
 öteki yasalardan farklı biçimde olduğu hususu, yani
 hazırlanma ve değiştirilme usûl ve organlarının
 farklılığı önem arzetmektedir. Bu bakımdan belli
 usûl ve organlar tarafından yazılı bir şekilde
 meydana getirilen anayasaya, yazılı anayasa; buna
 karşılık anayasaya ilişkin kuralların bu tarzda
 yazılı olarak değil de, örf ve adetlere, geleneklere
 göre oluşturulmasına da "yazısız" (teamülî)
 anayasa denilir. 
 Bir milletin toplumsal yaşayışının
 esası kabul edilecek bir yazılı kurallar bütünü oluşturacak;
 yöneticilerin seçim, görev ve yetkilerini belirlemek sûretiyle keyfî
 davranışlarını önleyecek; toplum fertlerinin temel
 hak ve özgürlüklerini güvence altına alacak bir düşünce
 sisteminin meydana getirilmesi insanlık tarihinin önemli bir arayışı
 olmuştur. Anayasacılık hareketi bu bakımdan üzerinde
 dikkatle durulan bir gelişmedir. Anayasa hukuku, siyaset bilimi ve düşünce
 tarihi bu konuda son yüzyıllardaki Batı dünyasında ortaya
 çıkan gelişmeleri odak kabul ettiğinden, bütün değerlendirmeleri
 de bu bağlamda yapma "alışkanlığından"
 uzak duramamıştır. 
 Anayasacılık hareketinin tarihi seyir içinde
 geçirdiği süreci, bu bakımdan Batı'da son yüzyıllarda
 kaydedilen gelişmeler ile sınırlandırmak, hakikatin
 anlaşılmasında yeterli gözükmemektedir. Anayasacılık
 hareketi bakımından Hz. Peygamber'in, dolayısıyla onun
 önderliğinde aslî unsurunu müslümanların
 oluşturduğu temel bir yasaya bağlı bir toplum ve
 üstün otorite kuruluşunun Medine (Yesrib) de ortaya çıktığı
 görülmektedir. Gerçekten, Arabistan'ın özel durumu bir tarafta
 tutulsa bile, Hicret'in gerçekleştiği miladi yedinci yüzyıla
 kadar, temel bir yasanın, toplumun ve üstün otoritenin (devletin)
 belirlenmesi ve kurulmasında benzer bir olaya tarihte
 rastlamıyoruz. Her şeyden önce Hz. Peygamber'in Medine'ye
 hicretinden sonra gerçekleşen ve Medine'deki "kozmopolit"
 toplum yapısını bir ümmet ve bir siyasî teşkilat
 bütünlüğüne kavuşturmasında, çeşitli sosyal
 grupların "konsensusu"nun sağlanmasında, "sosyal
 sözleşme" diyebileceğimiz bu esas, temel yasa
 olmuştur. Muhacir ve Ensar gruplarının
 oluşturduğu müslüman topluluk yanında Yahudiler,
 Hristiyanlar, hatta putperestler siyasi bir "camia" olma
 iradelerini bir konsensus şeklinde beyan etmişlerdir.
 İşte bu konsensusa dayalı "temel esas" denebilir
 ki, dünya tarihinde ilk yazılı anayasal hareket ve belgedir.
 Nitekim kırkyedi maddeden oluşan bu anayasal belgenin 1. maddesi,
 amacı da belirlemektedir: 
 "Bu kitap (yazı, anayasal belge) Hz.
 Peygamber Muhammed (s.a.s.) tarafından Kureyşli ve Yesribli müminler
 ve müslümanlar ve bunlara bağlı olanlarla beraber cihat
 edenler için (olmak üzere tanzim edilmiştir)." 
 2. Madde devletin insan unsurunu da ihtiva edecek bir
 tanım yapmaktadır: "işte bunlar, diğer
 insanlardan ayrı bir ümmet (camia) teşkil ederler."
 Sonraki maddelerde "ümmeti" oluşturan toplulukların
 birbirleriyle ilişkilerinde riayet edecekleri esaslar
 belirlendiği gibi, her topluluğun inançları da gözönünde
 tutularak hak ve özgürlükleri tesbit edilmiş,
 sınırları çizilmiştir. Bu anayasal belgenin Anayasa
 hukuku açısından tahlili, İslam hukukunun "sosyal
 sözleşme"ye dayandığı anlamına
 alınmamalıdır. Unutulmaması gereken husus bu anayasal
 belgenin düzenlenmesi sırasında İslam'ın hükümleri
 Allah tarafından vahyedilmekteydi. Ancak bir müslüman fert ve
 toplumunun inanç esasları, hayatı düzenleyecek kuralları
 öz halinde indirilmişti. Dolayısıyla müslüman insan tipi
 ve topluluğu, şartların oluşmasıyla kurulup düzenlenecek
 yapının çekirdeğine sahipti. Yani İslam'ın
 hukukî özü; siyasî yapılanma formu, ferdî ve sosyal hayatı
 düzenleme kabiliyet ve esnekliği, müslüman olmayan toplulukların
 (Yahudiler, Hristiyanlar, Putperestler) şart ve durumları gibi
 hususlar da dikkate alınarak uygulamaya konulmuştur. Hz.
 Peygamber (s.a.s.) ve Raşit halifelerden sonraki dönemlerde,
 siyasî oluşumlar belli oranda ayrı tutulursa, bu anayasal
 belgenin ruhu korunmuştur denebilir. Nitekim zımmîlerin hukukî,
 siyasî ve sosyal statüleri ve bunun uygulanması, İslam
 devleti hayatiyetini sürdürdüğü müddetçe devam etmiştir. 
 Hz. Peygamber'in önderliğinde hazırlanan bu
 belge, yeryüzündeki anayasa hareketlerinde olduğu gibi, İslam
 hukukunun kaynağı şeklinde değerlendirilmemelidir.
 Burada çok önemli bir farkın gözden uzak tutulmaması gerekir.
 Mesela yeryüzündeki, özellikle Batı'daki anayasaların
 kaynağını hukukî, siyasî ya da sosyal bir belge oluştururken,
 İslam hukuku böyle beşerî bir kaynağa değil, vahye
 dayalıdır. Böylelikle İslam hukukunda anayasa meselesi
 öteki anayasalardan farklı bir değerlendirmeyi zorunlu
 kılar. 
 Özet olarak ana başlıklar halinde, bu
 anayasal belgenin nitelikleri şu şekilde açıklanabilir: 
 Dil, ırk, din farklılığına
 rağmen (burada dikkat edilmesi gereken bir husus daha var. O da
 "din" farkını nazar-ı itibara almama değil,
 aksine "din" farkı gözönüne alınmakla birlikte)
 bunların mahiyetlerine uygun bir yaşama ortamı
 oluşturulmak istenmektedir. Çünkü Hz. Peygamber'in "din"
 farkı gözetmemesi, çok açıktır ki düşünülemez.
 Aslında bu husus İslam Hukuk Sistemi'nin çarpıcı ve
 ne yazık kolayca gözden kaçırılan üstün yönüyle de
 ilgilidir, devlet müessese ve teşkilatlanmasının
 dayanacağı, insan, yani "ümmet" unsuru oluşturulmaktadır.
 Bu unsur içine giren farklı insan topluluklarının hak,
 özgürlük ve görevleri de hükme bağlanmaktadır. Ensar'ın
 muhacirlere karşı hak ve vecibeleri gibi, gayr-i müslimlerin
 müslümanlarla ilişkilerinin niteliği ve yükümlülükleri
 (mesela savaşta) amir hükümler şeklinde düzenlenmiştir.
 (18, 24, 36, 37, 38, 47. md.'ler gibi) 
 Yine oluşan bu "ümmet"in iç ve dış
 ilişkilerini, toprak (ülke) bütünlüğünü gerçekleştirecek
 tedbirler, yani devletin coğrafi sınırları (mad. 39)
 belirlenmiştir. iç-dış ilişkileri ve toprak bütünlüğü
 sağlanan bu insan unsuru; eskiden beri sürüp gelen kan ve kabile bağıyla
 değil, "din" farklılığına rağmen,
 aslî belirleyici olan İslam'ın ruhuna uygun "dava
 birliği"yle toplum statüsü kazanacaktır. Bu da "ümmet"in
 siyasî toplum olma kaynağını besleyecek mahiyettedir.
 Zaten gayr-i müslimlerin ya da Muhacirlerin veya Ensar'ın hak ve
 yetkileri, riayet edilmesi gereken hukûkî esasları ihtiva etme
 yanında, bunun tabii sonucu olarak, siyasî hedefi veya hedefleri de
 kapsar niteliktedir. (1, 36, 47; 25, 42 vb. mad.) Aslında bu yönüyle
 bakıldığında mezkur anayasal belgenin bugünkü
 anlamda anayasa kavramını ihtiva etmediği, hatta onun
 üstünde bir özelliğe sahip bulunduğu görülmektedir. 
 Dünyada ilk yazılı anayasa olarak elimizde
 bulunan bu belge, siyasî yapının işleyişini gerçekleştirici
 idarî ve hukukî özerkliği, fertlerin veya toplulukların
 anlaşmazlıklarını çözücü yargı özerkliği
 sistemini getirmektedir (23, 25, 42. mad) Eğer topluluklar
 aralarındaki anlaşmazlıkta çözüme ulaşamazlarsa, o
 taktirde anlaşmazlığın çözümü doğrudan
 doğruya Hz. Peygamber'in yetki ve görev alanına girmektedir.
 Bunun anlamı hukukun uygulanmasında ihtilaf çıktığında
 üst ve son yetkili mercinin Hz. Peygamber olmasıdır. Bu
 özellik, bugünkü hukuk uygulamalarında, anayasa ve kanunların
 anlaşılmasında meselenin yüksek yargı
 organlarına götürülmesinin ilk örneğidir. Demek ki İslam
 devletinde en üst otoritenin Hz. Peygamber olduğu kabul edilip, bu
 husus anayasada temel bir madde olarak belirtilmiştir. Daha sonraki dönemlerde
 Ehl-i hal ve'l akd meclisi, hukukî-idarî müesseseler olarak teşkil
 olunmuşlardır. 
 Öte yandan belgenin mali yükümlülük esasları,
 savaş durumu ve bu esnada fert ve toplulukların hak ve
 sorumlulukları (ödevleri) da hüküm altına
 alınmıştır (3, 12, 17, 23, 24, 36, 37, 38. mad.) 
 Belgenin muhtevasından hareketle İslam
 toplumunda anayasanın kaynaklarının, aynı zamanda
 İslam hukukunun aslı kaynakları olduğu söylenmelidir.
 (Kur'an, Sünnet, Raşid halifelerin uygulamaları ve İslam
 hukuk bilginleri yani müçtehitlerin görüş ve ictihadları
 gibi) 
 Bu kaynaklara dayalı ve bağlı olarak
 yapılacak bir anayasa, İslam'ın itikadî esaslarını
 genel ilkelere dönüştürme yanında, İslam hukukunun mantığını
 da özümlemelidir. Bu bakımdan genel anlamıyla İslam
 devletinin anayasası şu özellikleri kapsar: 
 1) Mutlak yaratıcı olan Allah, kanun koyucu
 olarak da kayıtsız şartsız hakimiyet sahibidir. Yani
 İslam anayasasında hakimiyet ve hüküm koyma yetkisi Allah'a
 aittir. 
 2) Anayasa gibi kanunlar ve uygulamaları da,
 İslam hukukunun genel kaynaklarına ve ruhuna aykırı
 olamaz ve bu kaynaklara ters düşecek şekilde yorumlanamazlar. 
 3) İslam'ın insan ve toplum
 anlayışı; soy, dil, toprak gibi belli bir unsurun
 değil, İslam'ın öngördüğü dünya görüşünün
 temel ilke kabul edilmesini gerektirir. 
 4) Fertlerin maddî ve manevî varlıkları ve
 bunlar için gerekli her türlü tedbirin alınması, düzenlemenin
 yapılması (eğitim, öğretim, seyahat, düşünce,
 ibadet, çalışma hak ve özgürlükleri; mal, can, namus ve sağlığın
 korunması, imkan ve fırsat eşitliği; yiyecek,
 giyecek, mesken sağlanması vb. gibi). 
 5) Gayr-i müslimlerin, İslam hukukunun
 öngördüğü esaslar dahilinde korunması, haklarının
 koruma altına alınması . 
 6) Devlet başkanının seçimi; seçilecek
 kimsenin nitelikleri, yetki ve sorumlulukları ve bunların temsil
 ve devredilme usûlü. 
 7) Hükümetin teşkili, yetki ve
 sorumlulukları . 
 8) Devletin idarî teşkilatı; idarî yetki
 ve sorumlulukların belirlenmesi. 
 9) Yargı organlarının teşkilat,
 yetki, görev ve sorumlulukları. 
 10) Devletin dış ilişkilerde
 uyacağı esaslar, burada görev alacakların seçimi, atanması
 usûlü, yetki ve görevlerinin sınırlarının
 belirlenmesi. 
 İşte ilk anayasal belge olan Medine İslam
 devleti anayasası bu konuda temel bir örnek olarak görülmelidir.
 Sonraki yüzyıllarda bu türden bir girişimin olmaması bu
 anayasal belgenin önemini ve değerini gölgelemez. Ne var ki,
 İslam ülkelerinde ancak batının etkisiyle ondokuzuncu yüzyılda
 başlayan anayasa hareketleri, (Tunus'ta 1861'de, Türkiye'de 1876'da)
 bu aslî örneği gözönünde tutmadığı için,
 müslüman toplumun konsensusunu yansıtan belgeler olma
 özelliklerini de kazanamamışlardır. Bunun çarpıcı
 örneğini ülkemizde 1876'dan sonra yapılan anayasaların
 muhtevasında açıkça görmek mümkündür. 
 Batı'daki anayasal gelişmeler, her ne kadar
 onüçüncü yüzyılda İngiltere'de kral ile
 aristokratların yetki ve imtiyazlarını düzenlemeye çalışan
 Megna Carta Libertatum'a dayandırılmak isteniyorsa da,
 aslında gerçek anlamda onyedinci ve onsekizinci yüzyılda
 "Toplum Sözleşmecileri" olarak bilinen Hugo Grotius, John
 Locke ve Jean -Jacques Rousseau'nun mutlakiyetçi krallara karşı
 verdikleri düşünce mücadelesinde temellerini bulabilmiştir.
 Ancak Toplum Sözleşmecilerinin kralın mutlak ve keyfî
 otoritesine karşı engel oluşturacak, onu
 sınırlandıracak, yetki ve görevlerini belli esaslara bağlayacak
 düşünce tartışmaları anayasacılık
 hareketinin doğumunu hazırlamıştır. Bu düşüncelerin
 uygulamaya aktarılması çabası olarak da
 değerlendirilebilecek Amerikan ve Fransız ihtilalleri
 anayasacılık hareketini
 hızlandırmıştır. Fakat bu gelişmeler
 meyvesini on dokuzuncu ve özellikle yirminci yüzyıllarda
 verecektir. Toplumun yönetim ve teşkilatlanmasında, devletin
 siyasi iktidarını kullananların görev ve yetkilerinin
 belirlenerek sınırlanmasında, ferdin insan hak ve
 özgürlüklerinin tanımı , tanınması,
 sınırlarının çizilmesi Birinci ve İkinci Dünya
 Savaşları sonlarında yeni ve değişik
 şekillerde anayasalara girebilecektir. 
 Osmanlılarda devletin üstten aldığı
 kararlar sonucu başlatılan batılılaşma hareketi,
 anayasacılık hareketi alanında da etkili olacaktır.
 1808 tarihli Sened-i İttifak, Osmanlı döneminin ilk anayasal
 belgesi gibi gösterilse de, aslında bunda, devletin siyasî iktidarını
 kullanmada ortak olan kimselerin veya zümrelerin (Ayan, ehl-i örf vb.
 gibi) ortaklaşa sınırını belirleme düşüncesi
 ağır basmakta, dolayısıyla bir anayasal belgeden çok
 bir "bürokratik anlaşma" niteliği öne çıkmaktadır.
 Aynı şekilde "Gülhane Hatt-ı Hümayunu" ve
 sonraki "Islahat Fermanları" da değişik alanlarla
 ilişkili görünse bile, gerçek anlamda anayasal belgeler olarak değerlendirilmekten
 uzak sayılabilirler. Ancak 1293 (1876) "Kanun-i Esasî"yle
 anayasa kavramına uygun gelişmelerin kapısı
 aralanacaktır. Fakat gerek 1. Meşrutiyet olarak
 adlandırılan 1876 "Kanun-i Esasî"si, ve gerekse
 bunun değiştirilmesini amaçlayan ve II. Meşrutiyet olarak
 nitelendirilen 1909 değişiklikleri, toplumun ve devletin
 teşkilatlandırılması bakımından
 tartışmaya açık sınırlı veya eksik anayasal
 belgeler olarak değerlendirilebilir. 
 Cumhuriyet döneminin ilk anayasası sayılan
 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, meclis üstünlüğü anlayışına
 dayalı (Meclis Hükümeti), hakimiyetin millette olduğunu
 belirtmekle birlikte yasama ve yürütmeyi mecliste toplayan, cumhurbaşkanı
 ve bakanlar kurulu gibi devletin esas organlarına yer vermeyen ve
 siyasî niteliği hukukilîğe ağır basan bir
 sınırlı anayasal belge görünümündedir. 
 20 Nisan 1924'te kabul edilen Teşkilat-ı
 Esasiye Kanunu 105 maddeden oluşmakta; 1921 Anayasası'nın
 ilkeleriyle, parlamenter sistemin esaslarını birleştirmeyi
 amaçlamaktaydı. Cumhuriyet ilkesi yanında, "Devletin dini,
 İslam dinidir" esasını kabul etmişken, 10 Nisan
 1928'de bu hüküm kaldırılmıştır. 5 Aralık
 1934'de kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmiş,
 yapılan 5 Şubat 1937 değişikliğiyle, o dönemin
 tek partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi'nin parti programındaki
 cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik,
 laiklik ve devrimcilik, anayasa ilkesi haline dönüştürülmüştür
 . 10 Ocak 1945'te anayasanın dili "Öztürkçeleştirildi"yse
 de 24 Aralık 1952'de yeniden önceki haline getirildi ki; bu tür değiştirmeler
 toplumun temel yasa kabul ettiği bir belgenin sürekli tartışma
 gündeminde tutulmasına yol açmış, hatta devletin hukuka
 bağlılığı şüphesini bile doğurmuş
 sayılmalıdır. 
 1961 Anayasası bir tepki anayasası özelliğinde
 olmakla birlikte, 1924 Anayasası'ndan farklı olarak
 hakimıyetin kullanılmasında parlamentoyu, tek yetkili
 olmaktan çıkartarak "yetkili organlar"dan biri haline
 getirmiştir. Dolayısıyla yürütme organının
 yetkisi de sınırlandırılmıştır ki, bu,
 1950-60 döneminin siyasî iktidar uygulamalarına bir tepkinin
 ifadesi sayılabilir. Öte yandan 1961 Anayasası devletin
 niteliklerinde yeni yaklaşımları gerçekleştirmeyi amaçlar
 gözükmektedir. Bu bakımdan insan haklarına dayanan,
 demokratik, sosyal devlet ve hukuk devleti gibi yoğun
 tartışmaları da beraberinde getiren ilkeleri kapsamına
 almaya çalışmıştır. Ayrıca temel hak ve
 özgürlüklerin kapsamının genişletildiği, özellikle
 "Sosyal ve iktisadî Haklar ve Ödevler" başlığı
 altında bazı hak ve özgürlüklerin düzenlendiği söylenebilir.
 Fakat 1971 değişiklikleriyle bunların
 sınırlanması yoluna gidilecektir. Yine hukuk devleti
 kavramına bağlı olarak getirilen Anayasa Mahkemesi kurumu
 da parlamenter düzen içinde ve parlamentonun da üstünde olan bir başka
 yenilik sayılmıştır. 
 1982 Anayasası da, 1961 Anayasası gibi bir
 tepki anayasasıdır. Bu tepki 1961 Anayasası'na ve
 getirdiği sisteme karşı olduğu kadar, siyasi
 kadrolara, üniversite ve aydın çevrelere, toplumdaki düşünce
 kaynaşmalarına karşı da olmuştur. Anayasa,
 tekniği bakımından karışık ve yetersiz
 olması yanında, kendi içinde de çelişkiler ve çatışıklar
 taşımaktadır. Toplumsal sözleşme ya da toplumdaki çeşitli
 sınıf veya zümrelerin uzlaşmasını
 yansıtmaktan çok, bazı zümrelerin (örneğin asker,
 uluslararası iş çevrelerinin uzantıları durumunda
 bulunan sınırlı bir "işadamı"nın,
 anlayış, zihniyet ve çıkarının ağır
 bastığı bir siyasi belge özelliğindedir ki, 1808
 Sened-i İttifak'ının çağdaş bir uyarlaması
 olarak da değerlendirilebilir. 1982 Anayasasıyla temel hak ve
 özgürlükler konusunda da sınırlar getirilmiştir. Din
 eğitimi alanında belli bir yumuşama ortaya konularak
 İslam'dan yana olan kitlenin beğenisi ve takdiri
 kazanılmaya çalışılmışsa da, bunun insan
 hak ve özgürlükleri içindeki yeri istenilen bıçimde
 belirlenememiştir. Ayrıca yürütme organına,
 dolayısıyla siyasî iktidara geniş yetkiler verilmesi ve
 bunu sınırlandırıcı kurumların yeterince düzenlenmemesi"
 "seçimli diktatörlük" olarak nitelendirilecek bir uygulamadır. 
 Bibliyografya: 
 Orhan Aldıkaçtı, Anayasa Hukukumuzun
 Gelişmesi ve 1961 Anayasası, İstanbul, Servet Armağan,
 Türk Esas Teşkilat Hukuku, İstanbul 1979; İlhan Arsel,
 Anayasa Hukuku Demokrasi, İstanbul 1968; Ali Fuat Başgil, Esas
 Teşkilat Hukuku, İstanbul 1960; Kemal Dal, 1961 Cumhuriyet
 Anayasası Üzerine Düşünceler, A.İ.T.İ.A. Dergisi,
 c. IX, 1-2, Ankara 1977; Muhammed Hamidullah, İslam'da Devlet
 İdaresi, İstanbul 1963; Aynı müellif, İslam
 Peygamberi, İstanbul 1966; Aynı müellif, Hz. Peygamber'in Savaşları,
 İstanbul 1962; Aynı müellif, İslam'ın Hukuk
 İlmine Yardımları, İstanbul 1962; Hayreddin Karaman,
 Mukayeseli İslam Hukuku, İstanbul 1968; Mevdudi, İslam
 Anayasası, Çev. İhsan Toksarı, İstanbul 1969;
 Aynı müellif. İslamda hükümet (Çev. Ali Genceli), Ankara;
 Maverdi Ebu'l-Hasan, el-Ahkamu's-Sultaniyye, Çev. Ali Şafak,
 İstanbul 1976; Selçuk Özçelik, Esas Teşkilat Hukuku
 Dersleri, İstanbul 1978; Joseph Schacht, İslam Hukukuna Giriş
 (Çev. M. Dağ-A.Şener), Ankara 1977; Mümtaz Sosyal, 100 soruda
 Anayasanın Anlamı, İstanbul 1979; Salih Tuğ, İslam
 Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İstanbul 1969; Tarık Zafer
 Tunaya, Siyasi Müesseseler ve Anayasa Hukuku, İstanbul 1969. 
 İsmail KILLIOĞLU 
 
Sitemizde yer alan tüm içerikler internet ortamından toplanmış ve derlenmiştir. Yer alan bilginin doğruluğu garanti edilmemektedir. Yanlış bilgi için tarafımıza sorumluluk yüklenemez. Yanlış bilginin doğuracağı etkenlerden sitemiz ve yöneticileri sorumlu tutulamaz.