Adlıye 
Adlıye  İnsanlar arasındaki anlaşmazlıklara
 ve ihtilaflara bakıp, yargı fonksiyonunu yerine getiren devlet
 organı. Eskiden bu göreve kaza* denirdi. 
 Adalet konusu son derece hassas bir meseledir. Cenab-ı
 Hakk Kur'an-ı Kerim'de bu hususu şöyle beyan etmektedir:
 "Allah size emanetleri (kamu görevlerini) ehil (ve erbab)ına
 vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle
 hükmetmenizi emreder. Allah bununla (emaneti ehline vermeyi ve adaletle
 hükmetmeyi emretmekle) size gerçekten ne güzel öğüt veriyor!
 Şüphe yok ki Allah(u azimü'ş-şan, sözlerinizi ve
 hükümlerinizi) hakkıyla işiticidir, (bütün yaptıklarınızı)
 hakkıyla görücüdür." (en-Nisa, 4/58) Görüldüğü gibi
 adalet konusu oldukça geniştir. Fakat dikkati çekecek nokta,
 ayet-i kerîmede Allah adil olmanın şartının emaneti (yani
 toplumdaki görevleri) ehil insanlara vermekle gerçekleşeceğine
 işaret etmektedir. Bundan da anlaşılıyor ki, adalet
 müessesesi olan adliye, ancak adalet kavramını tam olarak gerçekleştirebildiği
 takdirde toplumda gerçek rolünü oynayabilir. 
 İslam, Arap yarımadasında ortaya çıkmadan
 evvel, gerçek adaletin temsilcisi olabilecek bir devlet olmadığı
 gibi, adaleti gerçekleştirecek bir yargı organı da mevcut
 değildi. Kabîleler arasından seçilen hakemler, kendi
 usûllerine göre hüküm verirlerdi. Ellerinde, hangi konulara ne tür
 hükümler verileceğine dair yazılı bir kaynak yoktu.
 Aynı zamanda, verilen hükmün tatbiki için herhangi bir icra*
 kuvveti mevcut değildi. Hüküm, kabilenin güç ve nüfûzuna göre
 ya tatbik ediliyor veya güçlü taraf haksız da olsa kendisini
 haklı çıkarıyordu. 
 Hz. Peygamber'in İslam devletini kurmasından
 sonra ortaya koyduğu yazılı anayasa*, birçok meselede olduğu
 gibi adaletin sağlanması noktasında da o zamana kadar gerçekleştirilemeyen
 bir hakimiyet tesis etmekteydi. O döneme kadar, kendi haklarını
 güçleri nisbetinde almaya çalışan kabileler; Medine
 anayasasından sonra kendi haklarını belirlenmiş bir
 otoriteden isteme durumunda kalıyorlardı. Bu otorite İslam
 devlet başkanı olan Halife* idi. Kur'an ve Hadis, en büyük
 hukuki ve adli otorite kabul edildi. Bu iki ana kaynaktan çıkacak hükümlere
 itiraz söz konusu değildi. 
 Kur'an'ı Kerim'de kaza fonksiyonunu hakimlerin
 ifa edeceği belirtilmişti. Kadı bu görevlerini yerine
 getirirken, bazı memurlar çalıştırırdı.
 Bunların görevleri, statüleri ve maaş durumları açıkça
 belirtilirdi. 
 İslam adliye teşkilatında hakimlerin
 tek başlarına bir hüküm verme durumu var ise de heyet*
 usulüyle de hükümler verilmesi hakkında müsbet görüşler
 öne sürülmüştür. Osmanlı devletinde Hakim'in yanı
 sıra, bir heyetin varlığı ve bu kimselerin çeşitli
 sahalarda uzman insanlardan teşekkül eden ve kararlarda etkili olan
 bir yargı görevlileri vardı. 
 Hz. Peygamber kendi döneminde yargı görevini bazı
 sahabilere bırakmaktaydı. Bu dönemde yeni fethedilen
 topraklara vali tayin ediliyordu. Bu valiler idarî işlerle birlikte,
 adlî ve kazai işlerden de sorumlu bulunuyorlardı. Bu
 kimselerin İslam fıkhını çok iyi bilen kimseler
 olması dikkati çekiyordu. Hz. Peygamber tayin edilen valilere, idare
 ve diğer kanunlar hakkında bilgi veriyordu. Kendisi ise son
 karar mercii olarak mühim rolünü ifa etmekteydi. Hz. Peygamber'in adlî
 müesseseyi ahiret ve dünya ile alakalı hükümlerle etkin bir
 duruma getirmiş olduğunu biliyoruz. Bu durum dört büyük
 halife döneminde de aynı şekilde devam ediyordu. Halîfeler hem
 hakim ve hem de idareci olarak görevlerini ifa ederlerdi. Hz. Ömer'in
 Ebu Musa el-Eş'arî'ye göndermiş olduğu kazai
 talimatnamenin İslam adliye tarihi açısından büyük bir
 önem taşıdığı kaynaklarda belirtilmektedir.
 Halife Ömer İbn Abdülaziz, idarî ve mahkeme işlerinde yenilik
 getiren halifelerden biriydi. Abbasi halifelerinin bugünkü Adalet
 Bakanlığı tarzında "Kadı'l- Kudat"*lık
 ihdas ettiğini ve Harun Reşid döneminde buraya meşhur
 alim ve Hanefî mezhebinin önde gelen fakihi Ebû Yusuf*'un tayin
 edildiği görülür. 
 Daha sonra Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde de
 aynı tür müesseselerin biraz geliştirilerek devam
 ettirildiğini görmekteyiz. Osmanlı devletinde daha beylik döneminden
 itibaren başlayan kadılık müessesesi, alimlerin tayin
 edildiği bir mevkî idi. Sultan I. Murad zamanında
 Kadıaskerliğin (kazasker) tesis edildiği görülür. Daha
 sonra Kadıaskerlik * ülke sınırlarının
 genişlemesi ile Anadolu ve Rumeli Kadıaskerliği olmak
 üzere ikiye ayrıldı. 
 Devletin idari bölümlenmesi olarak eyalet, sancak ve
 daha alt birimler olan kaza ve nahiyelerde kadılıklar
 kurulmuştu. Kadılar aynı zamanda siyasî idarenin de başkanı
 durumundaydılar. Böylece hem idarî ve hem de hukukî otoriteyi
 temsil ediyorlardı. Büyük şehirlerde meselelerin biraz daha
 fazla oluşu sebebiyle birden fazla mahkeme bulunur; ayrıca
 kadılara yardımcı olarak "Naibler" * görev
 yaparlardı. 
 Bunun dışında adlî meselelerden sayılan
 ve devletin en büyük organı olan Divan-ı Hümayun'da halkın
 bazı şikayetleri dinlenir, hal yoluna koyulurdu. Bu arada
 özellikle devlet bünyesindeki hukukî problemlerin Divan*da tartışılıp
 hal yoluna koyulduğu bilinmektedir. Divan-ı Hümayun, aynı
 zamanda bir yüksek mahkeme vazifesini de görürdü. Buna, daha önceki
 dönemlerde devlet başkanlarının başkanlık
 ettiği "Divanü'lMezalim" adı verilmekteydi. Ülkenin
 çeşitli yerlerinde verilen mahkeme kararlarına itiraz durumu
 burada yeniden gözden geçirilirdi. Divanü'l Mezalim'de veya Osmanlılar
 dönemindeki Divan-ı Hümayun'da alınan kararlar hemen infaz
 edilirdi. Zamanla Divan'ın önemi azaldı. Özellikle padişahların
 Divan toplantılarına katılmaması, bu müessesenin
 ciddiyetine gölge düşürdü. 
 Osmanlı Devleti'nde, merkezî otoritenin zayıflamasından
 sonra bilhassa taşrada çeşitli yolsuzluk,
 hırsızlık ve isyanlar çıkmıştı.
 Padişahlar bunların ortadan kalkması ve adaletin tesis
 edilmesi için kadılara "adaletname" denilen fermanlar
 göndererek, halka iyi davranılmasını istemişlerdir.
 Bu tür teşebbüsler, adaletin gerçekleşmesi ve zulmün
 hafiflemesi noktasında önemli etki sağlamıştır. 
 Sultan Mahmud devrinde başlayan Batıcı
 hukuk çalışmalarından sonra "hukuk'ta Batı
 tarzında düzenlemeler görüldü. Adlî teşkilat da bu doğrultuda
 İslamî esas ve şekilden uzaklaşarak Batı'nın
 bir kopyası haline geldi. 
 Yalnız, Batı'dan en önemli farkı;
 toplumdaki problemleri çözemeyen iğreti bir müessese olarak varlığını
 sürdürmesiydi. 
 Sami ŞENER 
 
Sitemizde yer alan tüm içerikler internet ortamından toplanmış ve derlenmiştir. Yer alan bilginin doğruluğu garanti edilmemektedir. Yanlış bilgi için tarafımıza sorumluluk yüklenemez. Yanlış bilginin doğuracağı etkenlerden sitemiz ve yöneticileri sorumlu tutulamaz.